25 Aralık 2013 Çarşamba

Toprağın Derininden

Birey olarak yaşadığımız kente, ülkeye, dünyaya aidiyet hissediyoruz. Çok fazla açıdan tartışmalı dahi olsa yaşam tükettiğimiz alanlar ve sistemler içinde var olmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız ülkeye var olan düzene olan isyanımız aşikar olsa da 'ülkemiz' diyoruz varlığımızı aidiyet temelli ifade ediyoruz. Aslında halkımızın yaşadığı ülke demek başka bir taraftan olaya bakma ihtiyacı hissetmeme sebep oldu. Şu sıralar hangi taraftan bakarsak bakalım kötü kelimelerle niteleyecğimiz olaylar yaşıyoruz. Oysa 'demokrasi' diyerek beyaza boyadığımız düzenden ne kadar da dışlanmis olduğumuzu görmek için de çok acı günler. Meşruiyeti tartışılır demenin az kalacağı açık olan bir sistemin içinde olduğumuzu, egemenlerin filmini izleyen biletli seyircilerden farkımızın olmadığını hissediyorum. Sistemin yazılı ve sözlü sınırlarının, denetleyicilerinin olduğunu savunuyoruz ve bu şekilde insanlık için iyi olanı bize yaşatacağına inanıyoruz. Fakat şuan gündemde olan olaylara müdahil olma aşamasında ne kadar sözlü ve yazılı denetçileriz bunu sorgulamaktan kaçınıyoruz. Belirlenen tarihlerde yapılan seçimlerin yönetime salt katılım olduğunu tartışmadan oylarımızla temsiliyetimizi yani ileri aşamada kendi kendimizi yönettiğimizi ilan ettiğimize inandığımız coskularimizdan ya da öfkelerimizden anlaşılıyor. Oysa egemenler denetçileri, kural savunucuları da kendi aralarından seçiyor ve patron ya da uşak olarak sisteme dahil ediyor. Hangimiz bağımsız bir yargının olduğunu, onlarca yıldır yargılananların adaletin tecellisiyle yüzleştiklerini düşünüyoruz? Hangi açıdan bu yaşananların tarafı olmaktan başka müdahalede bulunduğumuzu düşünüyoruz? Egemenler bir ağaç sanki sistemin tüm kademeleri de yasama, yürütme, yargı... bu ağacın dalları... Birbirlerini besliyorlar, birbirlerine tutunuyorlar ve istemediklerini yok ediyorlar. Biz, halk ise toprağız ağaç bizim üzerimizde yetişiyor onu biz besliyoruz ve büyütüyoruz. Ama kaçmız toprak olduğumuzun farkındayız? Kalbimizden çıkan ağaçların kökleri bizim içimizde, kent bizim,su bizim, ülke bizim, dünya bizim bu ilevsizliği ve dışlanmışlığı aşağıdan yerle bir edelim. 

22 Aralık 2013 Pazar

Tesekkurler

Yasamak denizlerin altinda bulutlarin arasinda topraga basmadan yasamak sonra biraz muzik sonumuz toprakta ve yeseren ormanlari yasatiyoruz.
Yok olacagiz bir gun keske bir gokyuzunde bir ormanda bir denizde hepsi bir goze dolmus son kez karsimda atesler icinde bana bakarken.
Bir gece siradan bir karanlik bir sigara sona giden beton yollar metal tasiyicilar ve cigligi dunyanin insana direnen son ses. 

19 Kasım 2013 Salı

Her neredeysen

Bir balkondan
sivrilen kardan beyaz dağları terk eden bulutlara bakarken insan
yaşadığı an, savrulduğu düzen, ait olduğu kalabalıklar ve itaat ettiği kuralları düşündü.
Bir an sanki boşluktaydı ve hayal edebilirdi...
Başka bir dünya dedi ve uzattı ellerini sonra bir ışık dağların ardından...
Bir işaret değildi elbet kurtuluşa,
gözlerini kırpmaya zorlandı ve gerçeğe itildi güneş tarafından...
Arkasını döndü rüyalara ve teslim etti her şeyini karanlığa...
Kapkaranlık bir düzen, bulut beyazı hayaller ve güneş kadar yakıcı gerçekler...




27 Ekim 2013 Pazar

Bir Hüzün Anı

Duyarlılık kelimesi altına saklanmış hislerin ertesinde bir hüzün anına yakalandım. Bu anın kaynağı ülkemizde hayatın tüm alanlarında insanların taşıdığı ağırlıkların aslında hiçte uzak olmayan mesafelerde örneklerinin neredeyse hiç olmaması. Bazen uzun bazen kısa hissi veren nice bir aylar yaşıyoruz. Farklı bir ülkede geçirdiğim ilk bir ayımdan yazıyorum. Çeşitli nedenlerden dolayı küçük bir Fransız şehrinde (Grenoble) bulunuyorum. Şehrin günlük akışı İstanbul’dan sonra insana çok yavaş geliyor. İnsanlar, otobüsler, bisikletler, otomobiller, tramvaylar; her şey çok yavaş sanki… Bu yavaşlık insanı düşünmeye itiyor diye bir algıya kapıldım. Düşünüyorum ve hüzünleniyorum. Ülkemizde siyasi, etnik, dini vb. alanlarda insanlar üzerinde çok ağır baskılar olduğu aşikar. Burada insanların bu baskılardan sıyrıldıkları gözüküyor.  Sahip oldukları özellikleri kavgaya değil de ortaklaşmalarını çeşitlendirmek için kullanıyor ve bir sürü insanın durup düşünüp hayalini kurduğu hayat tarzını inşa ediyorlar. Hep tüm insanlığın sıradan diye tabir ettiğimiz bir hayat tarzına sahip olduğunda mutlu olacağını hayal ederim. Burada bu hayalimin bir anlamda gerçekliğinden bir örneğe şahit oluyorum. Tüm şehir sanki hiçbir sınır olmadan halkın yaşam alanı haline getirilmeye çalışılmış. İnsanın bilinçaltını yaralayan hatta kanatan, üzerinde baskı oluşturan ögeler şehirde konumlandırılmamış. Doğa, şehir hayatına direkt olarak dahil oluyor. Demek istediğim gökdelenlerin şehri yücelteceği değil ağaçların, hayvanların, çiçeklerin, nehirlerin şehri göklere erdireceği ortak algı haline gelmiş gibi gözüküyor. Saygı sanırım en ciddiye alınan kavramlardan birisi. İnsanlar birbirlerine karşı saygılarını yarıştırıyorlar. Yaşlı ve engellilerin hayatın bu kadar içinde olduğu bir şehir sanırım azdır. İster istemez sakat ve yaşlı oranının fazla olabileceğini düşündüm fakat hiçte öyle olmadığı kanısına vardım. Tüm bu gözlemlerimin doğruluğundan asla emin değilim fakat bir anlamda yaşadığım bu kadar kısa sürede şaşkınlıkla tanık olduğum ülkemizden aşırı derecede farklı bu durumları yazıya dahil etme çabasındayım. Bir aksilik olmadığı takdirde burada geçireceğim bir yıl sonunda bana bu hüzün anını yaşatan tüm farklılıkların gerçekliğini en azından kendime kanıtlar düzeyde olabilirim diye umuyorum. Yaşlılar, engelliler, hamileler diyordum parklar, bahçeler… Motorlu taşıt belasından burada da kesinlikle örnekler görmek mümkün fakat bisiklet kullanan insanlar kesinlikle motorlu taşıt kullananlardan fazla. Burada bir bisiklet edindim ve kesinlikle hayatım boyunca bisiklet kullanmayı bir alışkanlık haline getirmeyi düşünüyorum.  Bir aile düşünün anne, baba, farklı yaşlarda çocuklar bir pazar günü hep birlikte yeşil bir alanın içinde nehrin kenarında bir patikada birlikte kasklarını takmış bisiklet kullanıyor.. Bu şehirde yaşayanların büyük bir çoğunluğu kesinlikle bu ailecek yapılan bisiklet gezintisini yaşayarak tecrübe ediyor. En önemlisi şehrin tüm taşıtlar için inşa edilmiş yollarında bisikletler için ayrılmış bir yol bulunuyor. İşine, okuluna herhangi bir aktivitesine bisikletle giden insanları görmek mümkün.  Şaşılacak şekilde motorlu taşıtlar kesinlikle geçiş önceliğini bisikletlere veriyorlar. Bu hayat tarzını temellendiren gerçek öğenin ise düzen olduğunu düşünüyorum.  Bu düzenin yazısız fakat ortak anlayış, ortak akıl çerçevesinde kolektif hale getirdiğini gözlemlemekte zor olmayacaktır. Daha önceden bahsettiğim gibi şehir küçük olduğundan sanırım düzeni sağlamak kolaylaşıyor. İnsanın azlığı bu düzen oluşurken sanırım katalizör görevi görmüş. Bir anı gözümde canlandı bir önceki cümleyi yazarken; her buluşma ortamında yaşanan siyasi tartışmalar, başka bir dünya hayali gibi durumları arkadaş ortamımda her yaşadığımda bir arkadaşım her zaman ‘bu dünyada arzulanan düzeni kurmak için insanların yarısından fazlasının yok olması gerekiyor’ derdi. Sanırım bu şehirde beni insan azlığını düzen oluşumunun katalizörü olarak görmem arkadaşımın düşüncesini destekler bir konuma getirdi. Düzenin kolektif akılla oluşturulduğuna inanmama sebep olarak insanların kesinlikle aceleci ve sıkılgan olmamalarını görüyorum. Bu düzen sayesinde de sanırım bisiklet yaygınlaşmış ve sporun kesinlikle hiç görmediğim dalları dahi bu şehirde yapılır hale gelmiş. Bir gün iki ağacın arasına bağlanmış bir ipin üzerinde yürüyen insanlar gördüğümden sporun hiç görmediğim dalları açıklamasını yapmakta kendimi zorunlu hissettim. İnsan ilişkilerinden de bahsetmek istiyorum fakat derinlikli bir konu olduğundan bana çarpıcı gelen bir örnekle yetinmeye çalışacağım. Sokakta yaşayan insanlar burada gözle görülür şekilde fazla fakat çarpıcı gelen tarafları bu insanlar kendi hayat görüşleri doğrultusunda sokakta yaşamayı seçen insanlar. Zorunda kalıp sokaklarda yaşamıyorlar istedikleri için bu şekilde var oluyorlar. Her yaştan insan var aralarında. Yerlerde oturup bir şeyler içip şarkı söylüyorlar. Sanırım karınlarını insanlardan topladıkları paralarla doyuruyorlar. Fakat kesinlikle saygısızlık yapmıyorlar. En kibar cümleleri seçip isteklerini dile getiriyorlar ve reddedenlere teşekkür edip kabalık etmiyorlar. Hatta para istedikleri insanlarla uzun uzun sohbet ettiklerine şahit oldum. Konuşmanın konusunu da onların belirlediğini düşünmüyorum. Hepsinin sahip olduğu bir hayvan var. Genelde köpekleri olduğunu gördüm. Fransızca konusunda yeterli seviyeye geldiğimi düşündüğüm bir anda onlarla muhabbet etmeyi çok istiyorum ve kesinlikle nerede yaşadıklarını soracağım. Bir günün içine dalıp yaşarcasına onu anlatıyor havasında yazıyorum sanırım ve günü geceye sözlüklerle döndürebilirim. Gece olduğunda İstanbul’un kalabalık, gürültülü eğlence anlayışı burada yok. Kalabalık ve gürültülü derken aslında ben de eğlencenin bu şekilde olanından sanırım daha çok zevk alıyorum. Buranın yavaş, sakin, huzurlu insanları arasında daha asimile olamadığımdan sanırım bu düşüncenin etkisi altındayım. Bu küçük şehirde insanlar geceleri barlarda oturup sohbet ediyorlar. Evet, sadece sohbet ediyorlar ve dans edilen bir barın olmadığına eminim diyebilirim. Bir elin parmaklarından daha az sayıda disko var ve sadece organize edilen partiler olduğunda kalabalık oluyor. Sanırım organizasyon da ortak akıl ürünü bu şehirde. Sohbet demiştim, şehrin insanları sohbete doymuyormuşçasına saatlerce konuşabiliyorlar. Bunu nasıl başardıklarını da mantıklı bir temele oturtmaya çalıştığımda çok düşünmeye iten bir dokusu olduğunu söylemiştim; şehrin sanırım bu özelliği insanlara konuşabilecekleri bu denli sınırsız konuyu sunuyor. Şehrin klasik Fransız filmlerinde şahit olduğumuz tipik şehirlerle ortak özelliklerinden bahsetmeyi düşünmüyorum. Tarihi dokusu, tiyatroları, kiliseleri, katedralleri… Tüm bu olumlu sıfatıyla ödüllendirerek anlattığım özellikler beni bu hüzne boğdu. Dünya canlılara mesken olmak için var olmuş diye basitçe düşünen insanlara öfkelenmemek gerek. En basit haliyle bu temelde bir hayat tarzına sahip olmak için çok fazla kullanacak kelimemiz var. Saygı, paylaşmak, dinlemek, empati yapmak…

Ülkemizde insanlar gerçekten siyasi, dini, etnik ayrılıklarından dolayı sıradan hayatlar yaşayamaz hale geldi. Bu dönemde benim gibi üniversite çağlarında olan insanlar sıradan bir hayatı hak ediyorlar. Fakat farklı hesapları olanlar dünyayı kendi doğruları üzerinde kurulmuş hayatların yaşama alanı olarak görenler günümüzde ülkemizde egemenliği, iktidarı elinde bulunduruyorlar. Hayat tarzını dahi belirleyemeyen halkın sıradan bir hayat için her şeyini vereceğine inanıyorum. Bu uğurda ülkemizde insanlar canlarını feda ediyorlar. Dünyada bir tarafını düşünüyorsun susuzluktan ölenler, diğer tarafında ülkemizi düşünüyorsun ve şimdi de Grenoble… Bir hüzün anında mola verdi kavgalarımız ve hüzne kapılanların hayallerindeki diyarlarda yaşamaya hepimiz layığız.

25 Ağustos 2013 Pazar

Bana

Karanlıkta bir sigara ateşi kadar aydınlıklar
Ay ışığında güzel en yeşil ormanlar
sigara bitecek, ormanlar aydınlanacaklar
Işıktan kaçan hayatlar kazanacaklar

26 Temmuz 2013 Cuma

Bir Kısım

İnsan geçim derdinden başka dertlere de sahip olmayı hak ediyor. Sınırlı yaşamı boyunca ekonomik alt yapılı tüm davranışlarını düzenlemenin çarelerini ararken başka hiç bir konu da endişelenmeye ne hali ne vakti kalıyor. Kendisine yatırım yapabileceği, doğayı, diğer insanları, diğer ülkeleri düşüneceği hatta bu konularda katkı sunabileceğini hayal bile demiyor. Devletler kuruluyor, temsilciler seçiliyor her şey insan hayatını düzenlemek, şartlarını iyileştirmek için inşa ediliyor fakat tüm politikalar askeri, siyasi, sosyal her ne konuda olursa olsun hep ekonomik amaçlar uğruna planlanıyor. Bunlar halkların refahı, ülkelerin gelişmesi için gibi gözükse de perde arkasında insan hayatına, doğanın tahribatına sebep oluyor. Farklı ülkeler, farklı ırklar belirlenen sınırlar içerisinde ekonomik gelişimini arttırmak için birbirlerinin hayatlarından çalıyor kaynaklarından çalıyor. Hatta bu uğurda birbirlerini katlediyor. Dünyada var olan her kaynak tüm dünyanın insanlarındır, ihtiyacı olan herkesindir. İnsanın dünyada var olduğundan bu yana oluşturulan, değiştirilen, geliştirilen bu düzen kimsenin yararına değil hatta çoğunluğun zararına işliyor. Çoğunluk kavramı da rahatsız edici insan birey olarak azınlık olmanın ne olduğunu yüz yıllardır acı tecrübelerle öğrendi. Herkes biran, bir yerde, bir açıdan azınlık oluyor. Hak her zaman her yerde hak doğuştan sahip olunan ya da sonradan seçimle, baskı altında kazanılan özellikler dolayısıyla azınlık haline gelen insanlar için de hak. Apaçık ortada olan insan hangi dili konuşursa konuşsun hangi ırktan olursa olsun hangi ülkede yaşıyorsa yaşasın kabul ettiği, ortak bilinçle dillendirdiği yanlışlıklar hüküm sürüyor tüm dünya genelinde. Fakat geçinme kaygısı ve ekonomiye bağlı hayat düzeni yüzünden kimse bunları dert edemiyor, değiştiremiyor. Vazgeçilen her şey için insan çok daha fazlasını elde etme gücüne sahip ama düzen insanı içine çekiyor ve benliğine yabancılaştırıyor. Bendeki tüm dünya insanının kaygısı ama bunlar anlatacaklarımın kısacası.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Karşılık

İşçi bir babanın okuyan oğluyum. Hayata karşı ilk isyanım babamı kriz bahanesiyle işten atan sermayeye oldu. Şimdi babam emekli olacak fakat çalışmak zorunda. Tüm hafta her gün 12 saat boyunca beni ve kardeşimi okutmak evini geçindirmek için çalışıyor. Demokratikleşen Türkiye'de işçi haklarının nasıl korunduğuna bizzat şahit oluyorum. Neden sokaklardayız neden bu düzene karşıyız diye merak edenlere halkın tüm yaşam alanları ve zamanının nasıl gasp edildiğini göstermek yetmiyor. Hükümet sermaye ve işçiler arasındaki denetimi gerçekleştiren ve işçinin haklarınını koruyan mekanizmayı yani sendikaları işlevsizleştirdi. Aynı durumdan meslek odaları da müzdarip oldu yakın zamanda. İnsanlar sermayenin kar hırsı altında eziliyor. Düzenin mekanizmalarının çalışması için kullanılıyor ve kendi derdinin tüm dünya halklarının derdi olduğunun farkına varamıyor. Zenginin gün geçtikçe zenginleştiğini fakirin ömrünü karnını doyurmak için çalışmakla geçirdiğini görmüyor. Tüm sermaye birikimini kendisinin ürettiğini fakat karşılığını alamadığını, düşünmeye dahi vakti olmadığını anlamak istemiyor. Sırf daha da zenginleşmek için insanların hayatlarını sömüren emperyalist ülkelerin kapısında köle olan devletinin politikaları uğrunda halkın canını dahi alabilecek seviyeye geldiğini içselleştiremiyor. Doğa katlediliyor gelecek nesiller köle olarak doğmaya mahkum ediliyor. Hepimiz işçi cocuğuyuz hepimiz köylü cocuğuyuz hepimiz memur cocuğuyuz. Dertlerimiz ortak,müşterek ilişkilerimiz ve karşı çıkışlarımız var. Sokaklardakiler de evlerindekiler de suçlu olanlar değil. Biz egemenlerin politikalarının çarkları olmaktansa kolektif hareket ederek bu dünyanın tüm kaynaklarından eşit şekilde yararlanabileceğimiz ve adil bir düzen inşa edebilecek güçteyiz. İsteklerimiz ortak sıkıntılarımız ortak çözümümüz için mücadelelerimiz de ortak! Kol kola sonsuzluğa...

19 Temmuz 2013 Cuma

Güç Halkındır!

Özgürlük hissini anlamlandırdığım bir 'Haziran'dı. Yazarken, konuşurken kullandığım kelimelerin canlılığını hissetmemi sağlayandı. Bu açıdan haykırdıklarım sıradan hissiz cümlelerin tutsak kelimeleriyle dolu olmayacak. Kendimi gerçekten işlevsiz hissettiğim zamanların acısını yaşadım uzun süre. Benim gibi düzenin baskısında ezilen ve hayatı anlamsızlıkla tanımlayan bir sürü de insan tanıyorum. Asıl kendimi yargıladığım içimde kopan fırtınaları dışıma taşıyamamdı. Öyle başkaldırışların, kahramanlıkların hikayelerine şahit oluyordum ki kendimden, tutsak kalmışlığımdan nefret ettiğim oluyordu. Uykusuz geçen gecelerde hayaller kurup harekete geçmem gerektiğine kendimi inandırıyordum fakat ertesi gün yine kendime ihanet ediyordum. İşte bu 'Haziran' bana kendimi bulma fırsatı verdi. Zihnimi paramparça ettiğim düşüncelerimi özgürleştirebilmem için adeta yeni bir dünya inşa etti. Özgür Haziran'ın her gününde hayallerimdeki tüm kelimeleri anlamlandırdım ve tüm duygusal karşılıklarını hissederek var oldum. Benim için yaşanılan bir tarih değil duygu yüklü bir diriliş hikayesiydi bu. Heyecanın ertesi olmadığına inanırım ve ben gerçekten heyecanlanmıştım. Bu heyecanla yaşamaya ve üretmeye devam edeceğime inancım nefes alıp verme zorunluluğu kadar kesin ve keskin. Günler geçtikçe insanların hissizliğini ve kendindeki gücü hissedemediğini görmek beni gerçekten en rahatsız eden durum. En büyük temennim Özgür Haziran'ın ve gelecek tüm haziranların halkın kendi gücünü bilerek yaşadığı zamanlar olarak geçmesi. Hayatı çok farklı anlamlandıran ve yorumlayan Gezi Parkı ve ülkenin bir sürü yerindeki halklar bir arada paylaşarak ve hayatlarına katkı sunarak geçirdi bu değerli zamanları ve kendindeki gücü tüm dünyaya gösterdi. Boyun eğmek insanın kendine, hayatına, inandıklarına yabancılaşmasının en belirgin halidir diye düşünüyorum. Tüm inançlarda hak gaspı kötülük kriterlerindendir. Hakkı gaspedilen insanların kol kola bu özgürlüğü bedenlerinde yaşatttıklarını gördük. Bu duygu yığınlarıyla yazılan direniş tarihinin ertesi tüm halkların en büyük kazanımı güçlerini doruklarda hissetmek olmalıdır. Güçlerini paylaşarak iktidara getirdikleri, onurlandırdıkları insanların haklarını elinden almalarına, itiraz etmeye değil kabullenmeye zorlanmalarına ve yöneten değil itaat eden durumunda olmalarına tüm insanlığın isyan etmesi şarttır. Sınırlı olduğuna hem fikir olduğumuz yaşamımızı; özgürlüğümüzü kazanmaya, hakkımızı elde etmeye, emeğimizin karşılığını almaya ve tüm insanların bu şekilde sonsuzluğa uğurlanmasını sağlamaya adamktan başka çaremiz yok!

7 Temmuz 2013 Pazar

Olağan Gözyaşı

Sabaha kavuşan bir gecede, sessizce
Ezilenlerin, tutsak edilenlerin,
kurban olanların, azınlık olanların,
hakkı yenenlerin, mücadele edenlerin gözyaşları
Sessizce, gece ve olağan olanı
Bir kalbin zamansız haykırışı
Direnişin, karşı çıkışın, devrimin soluğu
Anlamın sonsuzluğu

4 Haziran 2013 Salı

Aniden

Sonlu bir hayatta
Herhangi bir inanç,eşitlikten uzaksa
Yargısal bir değer mi?
Geçerli görülen bir kuralla
Kastediliyorsa hayata
İtaat etmeye değer mi?
Sorgulamak zor olan
Boyun eğmek var olan.

19 Mayıs 2013 Pazar

Bir pencereden...
ormanlar betonların 
denizler metallerin 
plajlar kaldırımların altında

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Ölür

Durmak...
Durmak çok kötü.Sürekli nefes alıp durmak mesela...
Etkilenmek,direnmek istemek,heyecanlanmak,planlamak ve sonra durmak...
Yalan söyleyip durmak,uyuyup durmak,susup durmak,vazgeçip durmak...
En kötüsü de durmayanların yöntemlerini yanlışlamak..Duranları örgütlemek...
Dünya duranların değil sanki...
Karşı çıkanların meşrulaştırması gereken hiç bir şeyleri yok var olanlar onlar gerçek olanlar,durmayanlar.
Oturduğu yerde durmak değil direnmek için savaşmak asıl olan...

İnsan durduğu zamanlar kadar ölü sanki...

26 Nisan 2013 Cuma

Geçti

Bir sahil esintisinde kalabalıklarda
ara verilmiş anların kederi
eşlenmeyen gözler
sıkışmış anlatılar
sıkılmış insanlar...
birilerinin hayatından bir zaman geçmek var
birilerinin hayatına biraz zaman ayırmak var
bir hayat var birilerinin gelip geçtiği
bir dünya var hep yerinde
bir ay var her yerinde

18 Nisan 2013 Perşembe

Yerinde

Her şey olmadığında da varmış bir orman.Denize nazır bir karanın bir ormanı ayaktaymış.İnsanı ruhundan uzaklaştıran hiç bir şey yokmuş ormanda.
Ağaçlar varmış yücelik onlardan sorulurmuş göğe kadarlarmış.Bir canlı altlarından gökyüzüne doğru bakarken ruhunu adaması gerektiği anlamı keşfedermiş.
Toprak varmış,arınmış.Öyle bir kahverengiymiş ki üzerindeki tüm canlılar yerine yakışırmış.
Yeşil o zaman tüm renklerden ötedeymiş bir kırmızı bir beyaz bir sarı bir siyah hiç bir şeymiş.
Öyle bir deniz varmış ki öyle bir güneş öyle bir rüzgar karanlık ay yıldızlar ve ahengi seslerin....
Bir insan varmış bir orman yokmuş.
İnsan gelmiş orman gitmiş.
Orman insanı mı istememiş...
İnsan ormanı mı yok etmiş...
Şimdi insan olan tüm düşmanlığıyla ormana dışarıdan bakmakla yetinmeye mahkum.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Yansız

Bir kaç yalnız,adada
kumuyla ağacıyla
Bir kaç yalnız,İstanbul'da
milyonları ve boğazıyla

Bir kalabalık fabrikada
Bir kalabalık mezarda
Bir kalabalık savaşta
Bir yalnızlık,milyonlarıyla İstanbul'da

Doğruca

Bir sabah beş daha ruhumda
Bir çığlığın sesi kulağımda
Sonra sigara
Acılar yine dumana

Duman

Ey sorumlulukların yeri
İnsan bedeninin katili
Ruhunun sahibi
Beyazın dışarıya
Siyahın içeriye
Öldüren de sensin
Birtanesin

29 Mart 2013 Cuma

Yanılmış

Toprak altında bir ölü
Yeryüzünde heykel
Nerede yükselmiş ruhu
Bizi nereden izler
Bir yanardağ içinde ateşti
Şelalede bir damla
Bir gözyaşında şimdi
Kibrit ateşinde mavi
Toprak altında bir eli
Yeryüzünde diğeri

23 Mart 2013 Cumartesi

Yanıl

Yalnızlık aska dair değil sadece 

bir ses 
bir arkadaş
bir duygu
bir mevsim 
bir an 
bir rüzgar
bir kar
bir renk
bir ahenk
bir gemi
yalnız bırakabilir seni.

21 Mart 2013 Perşembe

Yaşarken

İhanete uğramış bir ruh ya da bir grup müzdarip ruhlar zalim gördüklerinden intikam alsalar dahi mücadelenin haklısı vicdanlarda beyaza boyanıp uğurlanabilir.
Ancak kendisine ihanet etmiş bir ruh yaşayarak intikam aldığı benliğini siyaha boyar.

14 Mart 2013 Perşembe

Aydın

Bir kez daha kapatacaksın gözlerini güneşe
Yarın uyandığında yine karanlığa
Daima yaşayacaksın
Dünden yakınsın sona
Sonsuzluğa inananlar korkar
Tekrara inananlar da
Bahar aynı
Rüzgar aynı
Yaşarken insan
Aynı

5 Mart 2013 Salı

Tüm Dillerde

Ölümün üzerine konulan gerçekler kadar barıştan uzaklaşır insan.Kimin erkinde olabilir bir gerçekliğin ömrünün süresini ayarlamak ya da ölümün.Gerçekliklerin de ömrü vardır sonu vardır.Gerçeklikler dahi ölürken doğrunun ya da yanlışın kutuplarında olmak kimin haddine.Tüm varlık sahası tükeneceği kabullenilmiş ömürlerin esiri olsa gerek.Aksine esir edilmiş tüm ömürler sonsuzun karanlığında da olsa esaretin sebeplerinden hesap sormaya muktedirdir.Her esaretin parmaklıklarını yok etmeye inanan,direnenler olacaktır ve onlar onurlandırırlar.Kimse tarafından değil tüm bu değişen gerçekliklerden haklarını 'onurla' alırlar.Hesap sormak görevdir ve bunun varlığını üstlenenler tüm vicdanlarda kabul görürler.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Resim

Yaktığım kağıtlara yazdığım şiir
Külleri yeni bir dünya için iksir
Gün ışığında yenilen savaşçı
Karanlıkta kalmış davası
Bu diyarda zalimler meşhur
İsyanın ezgisi hep mahur
Tükenmeyen yegane umut
Düzeni reddet ve mücadeleni büyüt

31 Ocak 2013 Perşembe

Yabancı

Mücadele yalnız kalmış kelimelerden   'Halk'
Karşı çıkmak yasaklanmış eylemlerden  'Düşünmek'
Özgürlük ruha hapsedilmiş düşlerden  'Adalet'
Öyle bir dünya ki insan doğuştan öteki 'Eşitlik'

27 Ocak 2013 Pazar

TÜRKİYE’DE 2002 SONRASI KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜREÇ ANALİZİ



-         SON MEŞRU ZEMİNİ “ON ÜÇ İLDE BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE YİRMİ ALTI İLÇE KURULMASI İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN”

 GİRİŞ

Türkiye’de kentsel dönüşüm süreçlerinin işleyişini çok farklı dönemlere ayırarak inceleyebiliriz. Bu analizin odak noktası yasalarda ve mevzuatlarda yapılan düzenlemelerdir. Bu süreçlerde uygulanan politikaların günümüze ulaşan kısmı AKP hükümetinin 2002 yılında iktidara gelmesiyle başlamıştır.

Kentsel dönüşüm projelerinin kapitalist sistemdeki işlevi sermaye birikiminin oluşturulmasında bir araç olarak kullanılmasıdır. Günümüze gelene kadar sermaye birikimi çok farklı şekillerde sağlanmıştır. AKP hükümetinin, günümüzde kentsel donuşum aşamasına kadar ulasan politikalarının sermaye birikimine katkısı, sağladığı rantlar üzerinden olmuştur.

Devlet despotik planlayıcı gücü sayesinde çıkarları gözeterek özel sektörün sahip olduğu sermayenin getirisi olarak rantı dağıtır. AKP döneminde hükümet sermayedar ilişkileri değişen patronaj kalıpları ve batının piyasa ekonomisinin içine gelenek ekleyerek oluşturulan muhafazakâr liberalizm ile kişiselleşmiştir. Kişiselleşen devlet sermayedar ilişkisi devletin çıkarları doğrultusunda rantın dağıtım yönünü belirlemesinde rol oynamıştır.

AKP hükümetinin kentsel dönüşüm odaklı çıkardığı yasalar, mevzuatlar ve düzenlemelerin hız kazanması, artmasına doğru orantılı olarak bu süreçte özel sektörün çoğunlukla inşaat firmalarının arazi yatırımları içindeki payı giderek artmaktadır.

Uygulanan politikaların hükümet, sermayedarlar ve halk acısından etkileri çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu etkilerin yarattığı sonuçları değerlendirirken hükümet ve halk acısından farklı sonuçlara sebep olduğunu göz önüne alınmalıdır. Hükümet dönüşümün hem halkı hem sermayedarları kucakladığını düşünürken, halk acısından yarattığı etkiler eleştirilere tabiidir.

Yürütülen neo-liberal politikaların, kentin yeniden üretilmesi sürecindeki etkileri, bu süreçteki dinamiklerin birbirleriyle olan ilişkileri, adalet kavramı üzerinden eleştirilirken halk yönlü sonuçlarının olumsuz olduğuna işaret etmek gerekir.

  TÜRKİYE’DE KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİ (2002 AKP DÖNEMİ - GÜNÜMÜZ)

Türkiye’de kentin yeniden üretimi surecinde kentsel donuşum politikaları 80 sonrasında iktidara gelen ANAP ve AKP hükümetleri dönemlerinde gelişim göstermiştir. İnşaat sektöründeki yatırımlarımlasın artış rakamları bunu açıkça işaret etmektedir.2002 krizi dünyada olduğu gibi Türkiye’de de inşaat sektörünün sekteye uğramasına sebep olmuştur. Bu donemde iktidara gelem AKP hükümeti uyguladığı politikalarla bu sektörü yeniden yukarıları çekmiştir. Günümüze kadar ulaşmış politikaların temelleri bu dönemlerde atılmıştır.

80 sonrasında politikalar yasalar, mevzuatlar üzerinde yapılan değişikliklerle ortaya konulmuştur. Yerel yönetimlere verilen yetkiler bu düzenlemelerle arttırılmış ve kentsel donuşumun uygulama alanları genısletılmıstır.2002 sonrasında AKP hükümeti dağıttığı yetkiler ve kentsel donuşumun onunu açan, hızlandıran düzenlemeleriyle bu süreçte büyük ölçekli yatırım firmalarıyla ortak hareket etmiştir.

Sermaye sınıfıyla kurulan ilişkide onculuk yapan hükümet kent plancılığının tüm yetkilerini tamamen kendi eline almaya gayret göstermiştir. TOKİ ve imar alanında yatırım gereksinimi duyan bakanlıklara her turlu donuşum ve yatırım yetkisi hükümet tarafından sağlanmıştır.

Tüm bu politikaların perde arkasında rantın üretilmesi ve dağıtılması vardır. Hükümet yasalarla rantın üretimi ve dağıtımında tekel olmaya çalışmaktadır. Yasaların işaret ettiği, müdahalesine izin verdiği her türlü alan dönüştürülmeye yani rant üretimine kaynak oluşturmaktadır.


Günümüze yaklaştıkça donuşumun rant odaklı olduğu yapılan büyük ölçekli projelerle yasam alanı olarak seçilmeyen şehir merkezine uzak araziler de rant kapısı haline gelmiştir. Yeni sitelerin, alışveriş merkezlerinin bu alanlara inşa edildiği görülmektedir.”Lefebvre’nin (1991) kavramsallaştırma çerçevesini kullanacak olursak; “soyut mekânın üretim pratikleri” olarak yaygınlaşan büyük ölçekli kentsel projeleri rant açısından “atıl” konumdaki alanlarda alışveriş merkezlerini, iş merkezlerini, lüks otelleri ve rezidansları, tüketim komplekslerini inşa etmek için yaşama geçirilmeye çalışılıyor.” (1)

Yeni yatırımların yapıldığı bu alanlar kendi değerleri dışında çevresindeki arazilerden de rant elde edilmesinin onunu açmıştır. Bu alanlar ve çevresinden sermaye sahiplerinin, yatırımcıların yüksek ekonomik gelirler elde ettiği görülmektedir.
                                              
                                           TABLO (2)
Yetkilendirilen Merkezi Yönetim Kurumları
Yasalar
Yıllar
Getirdiği planlama - Yapılı çevre üretme yetkileri
TOKİ
2985 Sayılı Toplu konut Kanunu ve 11 adet kanun*
2000LI YILLAR BOYUNCA
Toplu konut kredisi verilmesi, afet bölgelerinde toplu konut yapımı, gecekondu dönüşüm bölgelerinde toplu konut projeleri yapmak,
Lüks konut projeleri gerçekleştirmek, konut
Sektöründe faaliyet gösteren şirketleri kurmak
Veya finans kurumlarına ortak olmak... Vb.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIGI
4957 (Turizmi Teşvik Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun)
2003
Turizm merkezlerinde her tür ve ölçekli imar planlarını yapma/ yaptırma yetkisi
BİLİM SANAYİ VE TEKNOLOJI BAKANLIGI
4737 (Endüstri Bölgeleri Kanunu)
2002
Endüstri bölgelerinde imar planlarını yapma/ yaptırma yetkisi
CEVRE VE SEHIRCILIK BAKANLIGI
664 sayılı kanun hükmünde kararname
2011
Mekânsal Strateji Planları ve Çevre Düzeni Planlarını yapma/yaptırma ve onama yetkisi,
Bütünleşik Kıyı Alanları Yönetimi Planlarını
Yapma/yaptırma ve onama yetkisi
(*) TOKİ’nin planlama yetkileri ve konut üretimini düzenleyici rollerinin 11 adet kanunla kuruma sağlanmıştır. TOKİ’yi yetkilendiren kanunlar: Kanun
No. 4767; 4864; 4964; 4966; 5104; 5162; 5229; 5234, 5327; 5273; 5609.

     KENTSEL DÖNÜŞÜM VE SERMAYE BİRİKİM İLİŞKİSİ
Kapitalist ülkelerde sermaye birikimleri çok çeşitli yollarla sağlanmaktadır. Hizmet sektörünün gelişme gösterdiği sanayinin şehir dışına taşındığı yani şehir ölçeğinin değiştiği yeniden planlanan şehirlerde kentsel dönüşüm, yeniden üretim aşamasında sermaye birikiminin oluşmasına kaynak sağlamaktadır.
Günümüzde kurgulanan şehirlerde ve İstanbul gibi küreselleşen kentlerde artık kent halkın talep ve isteklerine göre şekillenmek yerine hükümet- sermayedar ilişkisinin kişiselleşmesi üzerinden kentler planlanmaktadır. Sermayedarın kazancı, halkın talep ve isteklerinin önüne geçmiştir. Hükümet ve sermayedar arasındaki bu kişiselleşen ilişki farklı mekânlarda farklı düzeylerde olmuştur. Lefebvre’ye göre bu ilişki “rascal concept” biçimindedir. Lefebvre bu ilişkinin muğlak, tutarsız, kesin olmayan bir ilişki olduğunu söyler. Fakat Türkiye’de bu ilişki kentsel dönüşüm sürecinde hükümetin izlediği politikaların da açıkça gösterdiği gibi tutarlı, kesin bir ilişkidir.
Bu ilişkiye Türkiye’de sermayedarlar açısından baktığımızda, kentsel dönüşüm adeta devlet eliyle serbest piyasa ekonomisi içinde bir sektör haline getirilmiştir. Hükümetin kentsel dönüşüm söylemleri genelde makroekonomik vaatler içermektedir. “Örneğin, AKP’nin Kanal İstanbul’a yönelik söylemlerinde bu projenin İstanbul’a büyük yatırımlar çekeceği, işsiz milyonlarca insana istihdam imkânları sağlayacağından bahsedilirken (sağlanacak istihdamın niteliği, ücret boyutu ve sürekliliği hiç konuşulmuyor) bu projenin oluşturacağı çevresel-ekolojik sorunlar, ekonomik ve toplumsal maliyetler sümenaltı ediliyor. Aynı durum tüm “çılgın projeler” için geçerli. Kamuoyunda “ekonomik büyüme”, “kalkınma”, “yatırım çekme” ve “istihdam sağlama” imajı oluşturacak her türden göz alıcı-göz boyayıcı sunuş, söylem ve vaat ortaya konarken bu projelerin ekonomik ve toplumsal maliyetlerini toplumun hangi sınıfsal kesimlerinin ödeyeceği, bu projelerle yaratılacak rantın hangi toplumsal kesimlere aktarılacağı konuları tartışma dışı bırakılıyor, bilinçli bir şekilde üstü örtülüyor.”(3)
İktidar, makroekonominin kötüye gittiği dönemlerde makroekonomik popülizmini arttırır ve halka daha fazla vaatler vermeye başlar. Yukarda da açıklanıldığı gibi kentsel projelerinde makroekonomik vaatler vermeye başlayan hükümet gittikçe despotikleşir. İstihdam, kalkınma gibi vaatlerin nasıl yerine getirileceği, sonuçlarının ne olacağı muğlaktır. Fakat despotikleşen hükümet projeleri herhangi bir bilimsel veriye dayandırmadan yerine getireceğini vadetmektedir. Halk, yalnızca önüne serilen vaatleri görmekte oysa arka planda, hükümetin bu içi boş vaatlerinin arkasında dönen, rant üretim ve dağıtımının üstü kapatılmaktadır.
İnşaat firmalarının sahipleri ana-akım medyada alakalı ya da alakasız oldukları her konuda boy göstermektedirler. Halk, çokça gördükleri bu inşaat sektöründe söz sahibi olan sermayedarları artık birer magazin figürü olarak içselleştirmişlerdir. Bu sermayedar sınıf, elde ettikleri rantın yanına bir de medyadan gelir sağlamaktadır. İnşaat sektörünün yanında adeta kurguladıkları benlikler üzerinden gelir sağlamaktadırlar.
    HÜKÜMET VE SERMAYE SINIFI İLİŞKİSİNDE ORTAK ÇIKAR: RANT
Kentsel dönüşüm sürecinde mekân yeniden üretilirken, planlayıcı otorite ve mekânı dönüştürecek olan sermaye sınıfının ortak çıkarı ranttır. İki tarafın da elde ettiği rantı anlatırken mutena aştırma (gentrification) kavramı üzerinden gitmek gerekir.
Gentrification en temel anlamıyla o mekânın planlayıcı otoritenin seçtiği sermayedar sınıf ile satın alınıp düzenlenmesidir Planlayıcı otorite, rant sağlamanın mümkün olduğunu gördüğü yerlere çeşitli gerekçelerle durumu meşrulaştırarak, burada kentsel dönüşüme karar verir. Sermayedarlar kentsel donuşum sürecinde o mekânda yasayan insanlara kısıtlı vaatler sunarak dönüşen mekânın son halinden sundukları vaatlere oranla oldukça fazla gelir sağlarlar. Aradaki bu uçurum rant üzerinden açıklanır. Yeniden üretilen mekânın artık eski sahiplerine vaat edecek hiçbir şeyi yoktur çünkü eski sahipleri artık o mekânda barınamazlar.
Hükümet, dönüşümden sonra o mekândan elde edilen ranttan kendi payına düşeni alır. Bunu da Sulukule örneğiyle açıklayabiliriz. Hürriyet gazetesinin haberine göre dönüşümden sonra Sulukule’de, mekânın eski sahiplerinden çok hükümetle bağlantılı kişilerin o mekân üzerinde hak sahibi olacağı görülmektedir.
“ ONLAR YENİ SULUKULELİLER
2009’da Hürriyet gazetesi, konutların yüzde 50’sinin, Fatih Belediye Başkan Danışmanı Mustafa Çiftçi ve aracılar vasıtasıyla el değiştirdiğini yazmıştı. Projeden ev aldığı ortaya çıkınca istifa eden AKP Fatih Yönetim Kurulu Üyesi Recep Karaoğlu, “Ben sadece kendi adıma işlem yaptırdım, diğerleri başkaları üzerinden aldı” demişti. Habere göre, Romanların ev ve arsalarını alanlar arasında AKP Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel’in oğlu, Deniz Feneri skandalında görevden alınan İstanbul 10. Noteri İsmet Büyükkılıç, İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu da vardı.(4)
    YASALAR VE MEVZUATLAR(SON AŞAMA OLARAK AFET YASASI VE BÜYÜKŞEHİR BELEDİYELERİ YASASI)
 2002 yılından bu yana hükümet kentsel dönüşüm projelerine yasa ve mevzuatlarla kolaylıklar sağlayarak hız kazandırmaktadır. “2002 yılından itibaren yapılan 198 yeni yasal düzenleme ile birlikte (yeni yasa ve mevzuatlar, mevcut yasa ve mevzuatlardaki değişiklikler, kanun hükmünde kararnameler... vb.) devlet kentsel yapılı çevre üretimini teşvik eden çok sayıda yasa yapıcı müdahale gerçekleştirmiştir (Balaban, 2008).”(5)
 Yakın zamanda bu yasal düzenlemelere bakacak olursak, 4 Ağustos 2012 tarihinde Resmi Gazete’ de yayınlanarak yürürlüğe giren ‘’Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’’ ve 6 Aralık 2012 tarihinde Resmi Gazete’ de yayınlanarak yürürlüğe giren “On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ‘un incelenmesi gerekir.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile ilgili açıklamasına bakacak olursak:
"Bakanlığımız, binaların sağlamlığını kontrol etmesi için teknik heyete lisans verecek. Bu heyet yetkili olacak. Vatandaşa, 'Bu teknik ekibe binanı kontrol ettir' diyeceğiz. Binanın sağlam olmadığı ortaya çıkarsa vatandaşa, 'Bu binayı yık' diyeceğiz ve belli bir süre vereceğiz.”
"Bina yıkıldığı zaman içinde kiracı varsa ona kira yardımı vereceğiz. Hak sahibi varsa ve maddi durumu müsait değilse ona da ev alması için kredi imkânı sağlayacağız. Vatandaştan, binasını yıkıp orayı boş arsa haline getirmesini isteyeceğiz.
"Vatandaşa, 'binanı yıkmazsan biz yıkacağız' uyarısında bulunacağız. Halen yıkmama konusunda ısrar ederse vali ve kaymakamların kontrolü altında belediye veya TOKİ marifetiyle bu binaların tahliye edilip yıkımını sağlayacağız."(6)
Bayraktar’ın sözleri açıkça planlayıcı otoritenin, istediği her alanı, yasalara dayandırarak kentsel dönüşüme sokabileceğini, istediği alanlardan rant üretip, dağıtabileceğini bize göstermektedir. Bilimsel bir karşılığı olmadan, devlet, rantın bol olduğu alanları kentsel dönüşüme sokabilecek sınırsız bir yetkiye sahip olmuştur. Yukarıda örnek olarak değindiğimiz Büyükşehir Belediyeleri ile ilgili kanun değişikliği ile beraber, hükümet yerel yönetimlere yetki devrederek, uygulama alanlarını genişletecek zemine sahip olmuştur. Aslında yerel yönetimlere dağıtılan yetki ve yerel yönetimlerin kanun değişikliği ile beraber güçsüz konuma getirildiği ve yerelin yerini merkezin aldığını açıkça görebiliriz.
  UYGULANAN POLİTİKALARIN DİNAMİKLER AÇISINDAN SONUÇLARI
-Hükümet yasal düzenlemelerle beraber istediği her alanı rahatça kentsel dönüşüme dahil edebilecektir.
-Merkezi otorite dışında halkın bu süreçte yeniden üretilen mekân üzerine söz hakkı kalmamıştır.
-Yerel yönetimlerden çok Büyükşehir Belediyelerinin yetki alanları genişletilerek merkezi yönetim güç kazanmıştır. Merkezin yerelden daha güçlü olması, halka mekânın yeniden üretim sürecinde söz hakkı tanınmaması, hatta yasam alanlarından zorla tasfiye edilmelerine varacak kadar antidemokratik uygulama zemini oluşmuştur.
-Bu uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkan tüm maliyetler halka yüklenmiştir. Kentin ‘dışlanmış’ fakat rant üretimi acısından cazip bölgelerde yasayan yoksul halk bu maliyetlerle daha da yoksullaşacaktır ve bir kez daha yasam alanlarında dışlanacaktır.
-Zamanla üretilen kentsel donuşum projeleri her alanda uygulanmaya başlanacak ve artık mekânın özelliğine bakılmaksızın donuşum projeleri hayata geçecektir. Afet Bölgesi, sit alanı, restorasyon gereği, sağlam ya da çürük olup olmadığına bakılmaksızın ranta uygun her bölge otoritenin hiçbir neden göstermeksizin dönüşüm sürecine dahil edilecektir.
-Devletin bu sınırsız, meşrulaşmış yetkisi zamanla doğal kaynakların tahrip edilmesine neden olacaktır.
-Büyükşehir Belediyeleri İle İlgili Kanun Değişikliği anayasaya aykırı durumlar teşkil etmektedir:
“7.2. Tam anlamıyla imar affı olan bu düzenleme, 29 il sınırları içinde geçerli, diğer illerde geçerli olmadığı gibi, aynı il içinde farklı yasallıklara karşılık geldiğinden Anayasanın 10`uncu maddesinde yer verilmiş olan "Kanun Önünde Eşitlik" ilkesine aykırıdır. Yasalaşması sonrasında konunun Anayasa Mahkemesi`ne taşınması durumunda, alınacak karar ile imar affının tüm ülke sathına yayılması olasıdır.
Söz konusu maddede; 
"Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar"
Denilmiştir. Buna göre, yapılacak yasal düzenlemelerde aynı durumda olan kişilere yönelik kararların eşitlik ilkesine uygun verilmesi gereklidir. Ancak, düzenleme ile yalnızca "bu kanunla mahalleye dönüşen köyler" tanımlaması yapıldığı da dikkate alındığında, eşitlik ilkesine üç farklı aykırılığın oluştuğu tespit edilmektedir.
Bu kapsamda;
A-     Geçmişte pergelle belirlenmiş sınırlar içinde kalan ve mahalleye dönüşmüş olan benzer köylerde bu hüküm geçerli olmamaktadır. Üstelik Ankara, İstanbul, İzmir gibi mevcut büyükşehirlerin mevcut sınırları içinde geçmişte mahalleye dönüşmüş olan köyler için bu hüküm uygulanamazken, bu köylere komşu olup, bu yasaya kadar "orman köyü" olarak varlığını sürdürmüş köylerdeki tüm yapılar "ruhsatlı" sayılmaktadır. Bu durum, aynı il içinde, aynı yasallıkta olan köy evlerinin sahipleri açısından bariz bir eşitsizlik anlamına geleceği gibi, belediyeler açısından da çözümsüzlüğün ortaya çıkmasına neden olacaktır.
B-    Bir diğer aykırılık, Büyükşehir olan iller ile büyükşehir olmayan illerde bulunan ve günümüzde yasal açıdan durumları aynı olan köylerdeki yapılar arasında ortaya çıkan farklılaşmadır. Tasarının yasallaşmasıyla, Örneğin; Büyükşehir haline gelen Balıkesir`de köylerde bulunan tüm kaçak yapılar ruhsatlı sayılırken, komşu Çanakkale köyleri açısından bu uygulama söz konusu olmayacaktır.
C-     Eşitlik ilkesine üçüncü aykırılık, kapatılan ve mahalleye dönüşen beldeler için söz konusudur. Bu beldelerden bir bölümü oldukça eski belediyeler olsa da, bir bölümü geçmişte köy statüsüne sahipken yakın dönemde belediye olmuştur. Yapılan "imar affı" nitelikli düzenlemede bu yerleşmelerdeki yapılar da kapsam dışıdır. Bu durum da Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır.
Ortaya çıkan aykırılığın giderilmesi amacıyla, ruhsatlı sayılma durumunun genişletilmesi, her ne kadar Anayasa açısından eşitliği getirecek olsa da, aslen yanlış bir karar olan bu düzenlemenin daha da yaygınlaşması anlamına gelecektir. Bu nedenle, Yasa hazırlıkları aşamasında tespit edilmiş bu sorunun çözümünün, daha kapsamlı tartışmalarla ve imar mevzuatı içinde düzenlenmesi yerinde olacaktır. Bu nedenle düzenlemeden kesinlikle çıkarılmalıdır.”(7)
Halkın zararına olan tüm bu sonuçlarda hükümet ve sermayedar ilişkisinin temelini oluşturan rant üretimi ve dağıtımı vardır. Rantın üretimi ve dağıtımı için uygulanan tüm bu politikalar hükümet ve sermaye acısından olumlu sonuçlanmıştır. Tüm analizler ve eleştiriler bu yönde sonuçlanmıştır.
   SONUÇ
Rantın devlet eliyle dağıtılması, arazilerin bir meta olarak satılması, sermayedarlara peşkeş çekilmesi, kent yoksullarının yaşadıkları yerlerden zorla tasfiye edilecek olması, hususunda günün sonunda tartışmamız gereken konu adalettir. Kenti planlayan otorite, kamu yararı gözetmekten oldukça uzak amaçlar gütmekte ve sadece rantı üretmeyi ve dağıtmayı amaçlamaktadır.
Adalet kavramını tartışırken David Harvey ve Lefebvre’nin kullandığı “kent hakkı” teriminden yola çıkarabiliriz.  : "Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Bireyselden çok ortak bir haktır.” (8)
Halkın çıkarılan yasalarla birlikte kent üzerinde zaten olmayan söz hakkı tamamen ortadan kalkmıştır. Kabaca, birey, kenti değiştirme, imkânlar yaratma vs. haklarına sahip olmayı bir kenara bırakalım, kentten faydalanabilecek mi bu da bir soru işaretidir. Kendi tapulu taşınmaz malından bile zorla tasfiye edilebilir bir konumdayken, adaleti günün sonunda nereye koyabiliriz oldukça tartışmalı bir konudur. Tüm bunların başlangıç noktası olan ‘’rant’’ baslı basına adaletsiz bir kavramdır. Toplumun altyapısı olan ekonomide gelir adaletsizliğine yol açmakta ve bu adaletsiz durum ekonomi haricindeki tüm yapıları yanı üst yapıyı etkilemekte ve hayatın tüm alanına olumsuz sonuçlarıyla dahil olmaktadır.

  DİPNOTLAR:
(1)(2)(3)(5) – PENPEÇİOĞLU Mehmet, “Kapitalist kentleşme dinamiklerinin Türkiye’deki son 10 yılı: Yapılı çevre üretimi, devlet ve büyük ölçekli kentsel projeler” , Birikim
(4) – NTV, ntvmsnbc.com, 7.01.12
(6) – Ankara – BİA Haber Merkezi, 14.03.12
(7) – TMMOB ŞPO Büyükşehir Belediye Kanunu Değişikliği Değerlendirme Raporu, 10.10.12
(8) – Ankara – BİA Haber Merkezi, 18.10.12

DİĞER KAYNAKLAR:
BİRİKİM, sayı:270
GÜLHAN, T. Sinan, “Devlet Müteahhitlerinden Gayrımenkul Geliştiricilerine, Türkiye’de Küresel Rant ve Bir Meta Olarak Konut Üreticiliği”
BUĞRA, Ayşe, “Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika”, 15.11.08
BUĞRA, Ayşe, “Yoksulluk ve Sosyal Haklar”, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Derneği için hazırlanan danışman raporu, Aralık 2005