Duyarlılık kelimesi altına saklanmış hislerin ertesinde
bir hüzün anına yakalandım. Bu anın kaynağı ülkemizde hayatın tüm alanlarında
insanların taşıdığı ağırlıkların aslında hiçte uzak olmayan mesafelerde
örneklerinin neredeyse hiç olmaması. Bazen uzun bazen kısa hissi veren nice bir
aylar yaşıyoruz. Farklı bir ülkede geçirdiğim ilk bir ayımdan yazıyorum.
Çeşitli nedenlerden dolayı küçük bir Fransız şehrinde (Grenoble) bulunuyorum.
Şehrin günlük akışı İstanbul’dan sonra insana çok yavaş geliyor. İnsanlar,
otobüsler, bisikletler, otomobiller, tramvaylar; her şey çok yavaş sanki… Bu
yavaşlık insanı düşünmeye itiyor diye bir algıya kapıldım. Düşünüyorum ve
hüzünleniyorum. Ülkemizde siyasi, etnik, dini vb. alanlarda insanlar üzerinde
çok ağır baskılar olduğu aşikar. Burada insanların bu baskılardan sıyrıldıkları
gözüküyor. Sahip oldukları özellikleri
kavgaya değil de ortaklaşmalarını çeşitlendirmek için kullanıyor ve bir sürü
insanın durup düşünüp hayalini kurduğu hayat tarzını inşa ediyorlar. Hep tüm
insanlığın sıradan diye tabir ettiğimiz bir hayat tarzına sahip olduğunda mutlu
olacağını hayal ederim. Burada bu hayalimin bir anlamda gerçekliğinden bir
örneğe şahit oluyorum. Tüm şehir sanki hiçbir sınır olmadan halkın yaşam alanı
haline getirilmeye çalışılmış. İnsanın bilinçaltını yaralayan hatta kanatan,
üzerinde baskı oluşturan ögeler şehirde konumlandırılmamış. Doğa, şehir
hayatına direkt olarak dahil oluyor. Demek istediğim gökdelenlerin şehri
yücelteceği değil ağaçların, hayvanların, çiçeklerin, nehirlerin şehri göklere
erdireceği ortak algı haline gelmiş gibi gözüküyor. Saygı sanırım en ciddiye alınan
kavramlardan birisi. İnsanlar birbirlerine karşı saygılarını yarıştırıyorlar.
Yaşlı ve engellilerin hayatın bu kadar içinde olduğu bir şehir sanırım azdır.
İster istemez sakat ve yaşlı oranının fazla olabileceğini düşündüm fakat hiçte
öyle olmadığı kanısına vardım. Tüm bu gözlemlerimin doğruluğundan asla emin
değilim fakat bir anlamda yaşadığım bu kadar kısa sürede şaşkınlıkla tanık
olduğum ülkemizden aşırı derecede farklı bu durumları yazıya dahil etme
çabasındayım. Bir aksilik olmadığı takdirde burada geçireceğim bir yıl sonunda
bana bu hüzün anını yaşatan tüm farklılıkların gerçekliğini en azından kendime
kanıtlar düzeyde olabilirim diye umuyorum. Yaşlılar, engelliler, hamileler
diyordum parklar, bahçeler… Motorlu taşıt belasından burada da kesinlikle
örnekler görmek mümkün fakat bisiklet kullanan insanlar kesinlikle motorlu
taşıt kullananlardan fazla. Burada bir bisiklet edindim ve kesinlikle hayatım
boyunca bisiklet kullanmayı bir alışkanlık haline getirmeyi düşünüyorum. Bir aile düşünün anne, baba, farklı yaşlarda
çocuklar bir pazar günü hep birlikte yeşil bir alanın içinde nehrin kenarında
bir patikada birlikte kasklarını takmış bisiklet kullanıyor.. Bu şehirde
yaşayanların büyük bir çoğunluğu kesinlikle bu ailecek yapılan bisiklet
gezintisini yaşayarak tecrübe ediyor. En önemlisi şehrin tüm taşıtlar için inşa
edilmiş yollarında bisikletler için ayrılmış bir yol bulunuyor. İşine, okuluna
herhangi bir aktivitesine bisikletle giden insanları görmek mümkün. Şaşılacak şekilde motorlu taşıtlar kesinlikle
geçiş önceliğini bisikletlere veriyorlar. Bu hayat tarzını temellendiren gerçek
öğenin ise düzen olduğunu düşünüyorum.
Bu düzenin yazısız fakat ortak anlayış, ortak akıl çerçevesinde kolektif
hale getirdiğini gözlemlemekte zor olmayacaktır. Daha önceden bahsettiğim gibi
şehir küçük olduğundan sanırım düzeni sağlamak kolaylaşıyor. İnsanın azlığı bu
düzen oluşurken sanırım katalizör görevi görmüş. Bir anı gözümde canlandı bir
önceki cümleyi yazarken; her buluşma ortamında yaşanan siyasi tartışmalar, başka
bir dünya hayali gibi durumları arkadaş ortamımda her yaşadığımda bir arkadaşım
her zaman ‘bu dünyada arzulanan düzeni kurmak için insanların yarısından
fazlasının yok olması gerekiyor’ derdi. Sanırım bu şehirde beni insan azlığını
düzen oluşumunun katalizörü olarak görmem arkadaşımın düşüncesini destekler bir
konuma getirdi. Düzenin kolektif akılla oluşturulduğuna inanmama sebep olarak
insanların kesinlikle aceleci ve sıkılgan olmamalarını görüyorum. Bu düzen
sayesinde de sanırım bisiklet yaygınlaşmış ve sporun kesinlikle hiç görmediğim
dalları dahi bu şehirde yapılır hale gelmiş. Bir gün iki ağacın arasına
bağlanmış bir ipin üzerinde yürüyen insanlar gördüğümden sporun hiç görmediğim
dalları açıklamasını yapmakta kendimi zorunlu hissettim. İnsan ilişkilerinden
de bahsetmek istiyorum fakat derinlikli bir konu olduğundan bana çarpıcı gelen
bir örnekle yetinmeye çalışacağım. Sokakta yaşayan insanlar burada gözle
görülür şekilde fazla fakat çarpıcı gelen tarafları bu insanlar kendi hayat
görüşleri doğrultusunda sokakta yaşamayı seçen insanlar. Zorunda kalıp
sokaklarda yaşamıyorlar istedikleri için bu şekilde var oluyorlar. Her yaştan
insan var aralarında. Yerlerde oturup bir şeyler içip şarkı söylüyorlar.
Sanırım karınlarını insanlardan topladıkları paralarla doyuruyorlar. Fakat
kesinlikle saygısızlık yapmıyorlar. En kibar cümleleri seçip isteklerini dile
getiriyorlar ve reddedenlere teşekkür edip kabalık etmiyorlar. Hatta para
istedikleri insanlarla uzun uzun sohbet ettiklerine şahit oldum. Konuşmanın
konusunu da onların belirlediğini düşünmüyorum. Hepsinin sahip olduğu bir
hayvan var. Genelde köpekleri olduğunu gördüm. Fransızca konusunda yeterli
seviyeye geldiğimi düşündüğüm bir anda onlarla muhabbet etmeyi çok istiyorum ve
kesinlikle nerede yaşadıklarını soracağım. Bir günün içine dalıp yaşarcasına
onu anlatıyor havasında yazıyorum sanırım ve günü geceye sözlüklerle
döndürebilirim. Gece olduğunda İstanbul’un kalabalık, gürültülü eğlence
anlayışı burada yok. Kalabalık ve gürültülü derken aslında ben de eğlencenin bu
şekilde olanından sanırım daha çok zevk alıyorum. Buranın yavaş, sakin, huzurlu
insanları arasında daha asimile olamadığımdan sanırım bu düşüncenin etkisi
altındayım. Bu küçük şehirde insanlar geceleri barlarda oturup sohbet
ediyorlar. Evet, sadece sohbet ediyorlar ve dans edilen bir barın olmadığına
eminim diyebilirim. Bir elin parmaklarından daha az sayıda disko var ve sadece
organize edilen partiler olduğunda kalabalık oluyor. Sanırım organizasyon da
ortak akıl ürünü bu şehirde. Sohbet demiştim, şehrin insanları sohbete
doymuyormuşçasına saatlerce konuşabiliyorlar. Bunu nasıl başardıklarını da
mantıklı bir temele oturtmaya çalıştığımda çok düşünmeye iten bir dokusu
olduğunu söylemiştim; şehrin sanırım bu özelliği insanlara konuşabilecekleri bu
denli sınırsız konuyu sunuyor. Şehrin klasik Fransız filmlerinde şahit
olduğumuz tipik şehirlerle ortak özelliklerinden bahsetmeyi düşünmüyorum.
Tarihi dokusu, tiyatroları, kiliseleri, katedralleri… Tüm bu olumlu sıfatıyla
ödüllendirerek anlattığım özellikler beni bu hüzne boğdu. Dünya canlılara
mesken olmak için var olmuş diye basitçe düşünen insanlara öfkelenmemek gerek.
En basit haliyle bu temelde bir hayat tarzına sahip olmak için çok fazla
kullanacak kelimemiz var. Saygı, paylaşmak, dinlemek, empati yapmak…
Ülkemizde insanlar gerçekten siyasi, dini, etnik
ayrılıklarından dolayı sıradan hayatlar yaşayamaz hale geldi. Bu dönemde benim
gibi üniversite çağlarında olan insanlar sıradan bir hayatı hak ediyorlar.
Fakat farklı hesapları olanlar dünyayı kendi doğruları üzerinde kurulmuş
hayatların yaşama alanı olarak görenler günümüzde ülkemizde egemenliği,
iktidarı elinde bulunduruyorlar. Hayat tarzını dahi belirleyemeyen halkın
sıradan bir hayat için her şeyini vereceğine inanıyorum. Bu uğurda ülkemizde
insanlar canlarını feda ediyorlar. Dünyada bir tarafını düşünüyorsun
susuzluktan ölenler, diğer tarafında ülkemizi düşünüyorsun ve şimdi de
Grenoble… Bir hüzün anında mola verdi kavgalarımız ve hüzne kapılanların
hayallerindeki diyarlarda yaşamaya hepimiz layığız.