27 Ekim 2013 Pazar

Bir Hüzün Anı

Duyarlılık kelimesi altına saklanmış hislerin ertesinde bir hüzün anına yakalandım. Bu anın kaynağı ülkemizde hayatın tüm alanlarında insanların taşıdığı ağırlıkların aslında hiçte uzak olmayan mesafelerde örneklerinin neredeyse hiç olmaması. Bazen uzun bazen kısa hissi veren nice bir aylar yaşıyoruz. Farklı bir ülkede geçirdiğim ilk bir ayımdan yazıyorum. Çeşitli nedenlerden dolayı küçük bir Fransız şehrinde (Grenoble) bulunuyorum. Şehrin günlük akışı İstanbul’dan sonra insana çok yavaş geliyor. İnsanlar, otobüsler, bisikletler, otomobiller, tramvaylar; her şey çok yavaş sanki… Bu yavaşlık insanı düşünmeye itiyor diye bir algıya kapıldım. Düşünüyorum ve hüzünleniyorum. Ülkemizde siyasi, etnik, dini vb. alanlarda insanlar üzerinde çok ağır baskılar olduğu aşikar. Burada insanların bu baskılardan sıyrıldıkları gözüküyor.  Sahip oldukları özellikleri kavgaya değil de ortaklaşmalarını çeşitlendirmek için kullanıyor ve bir sürü insanın durup düşünüp hayalini kurduğu hayat tarzını inşa ediyorlar. Hep tüm insanlığın sıradan diye tabir ettiğimiz bir hayat tarzına sahip olduğunda mutlu olacağını hayal ederim. Burada bu hayalimin bir anlamda gerçekliğinden bir örneğe şahit oluyorum. Tüm şehir sanki hiçbir sınır olmadan halkın yaşam alanı haline getirilmeye çalışılmış. İnsanın bilinçaltını yaralayan hatta kanatan, üzerinde baskı oluşturan ögeler şehirde konumlandırılmamış. Doğa, şehir hayatına direkt olarak dahil oluyor. Demek istediğim gökdelenlerin şehri yücelteceği değil ağaçların, hayvanların, çiçeklerin, nehirlerin şehri göklere erdireceği ortak algı haline gelmiş gibi gözüküyor. Saygı sanırım en ciddiye alınan kavramlardan birisi. İnsanlar birbirlerine karşı saygılarını yarıştırıyorlar. Yaşlı ve engellilerin hayatın bu kadar içinde olduğu bir şehir sanırım azdır. İster istemez sakat ve yaşlı oranının fazla olabileceğini düşündüm fakat hiçte öyle olmadığı kanısına vardım. Tüm bu gözlemlerimin doğruluğundan asla emin değilim fakat bir anlamda yaşadığım bu kadar kısa sürede şaşkınlıkla tanık olduğum ülkemizden aşırı derecede farklı bu durumları yazıya dahil etme çabasındayım. Bir aksilik olmadığı takdirde burada geçireceğim bir yıl sonunda bana bu hüzün anını yaşatan tüm farklılıkların gerçekliğini en azından kendime kanıtlar düzeyde olabilirim diye umuyorum. Yaşlılar, engelliler, hamileler diyordum parklar, bahçeler… Motorlu taşıt belasından burada da kesinlikle örnekler görmek mümkün fakat bisiklet kullanan insanlar kesinlikle motorlu taşıt kullananlardan fazla. Burada bir bisiklet edindim ve kesinlikle hayatım boyunca bisiklet kullanmayı bir alışkanlık haline getirmeyi düşünüyorum.  Bir aile düşünün anne, baba, farklı yaşlarda çocuklar bir pazar günü hep birlikte yeşil bir alanın içinde nehrin kenarında bir patikada birlikte kasklarını takmış bisiklet kullanıyor.. Bu şehirde yaşayanların büyük bir çoğunluğu kesinlikle bu ailecek yapılan bisiklet gezintisini yaşayarak tecrübe ediyor. En önemlisi şehrin tüm taşıtlar için inşa edilmiş yollarında bisikletler için ayrılmış bir yol bulunuyor. İşine, okuluna herhangi bir aktivitesine bisikletle giden insanları görmek mümkün.  Şaşılacak şekilde motorlu taşıtlar kesinlikle geçiş önceliğini bisikletlere veriyorlar. Bu hayat tarzını temellendiren gerçek öğenin ise düzen olduğunu düşünüyorum.  Bu düzenin yazısız fakat ortak anlayış, ortak akıl çerçevesinde kolektif hale getirdiğini gözlemlemekte zor olmayacaktır. Daha önceden bahsettiğim gibi şehir küçük olduğundan sanırım düzeni sağlamak kolaylaşıyor. İnsanın azlığı bu düzen oluşurken sanırım katalizör görevi görmüş. Bir anı gözümde canlandı bir önceki cümleyi yazarken; her buluşma ortamında yaşanan siyasi tartışmalar, başka bir dünya hayali gibi durumları arkadaş ortamımda her yaşadığımda bir arkadaşım her zaman ‘bu dünyada arzulanan düzeni kurmak için insanların yarısından fazlasının yok olması gerekiyor’ derdi. Sanırım bu şehirde beni insan azlığını düzen oluşumunun katalizörü olarak görmem arkadaşımın düşüncesini destekler bir konuma getirdi. Düzenin kolektif akılla oluşturulduğuna inanmama sebep olarak insanların kesinlikle aceleci ve sıkılgan olmamalarını görüyorum. Bu düzen sayesinde de sanırım bisiklet yaygınlaşmış ve sporun kesinlikle hiç görmediğim dalları dahi bu şehirde yapılır hale gelmiş. Bir gün iki ağacın arasına bağlanmış bir ipin üzerinde yürüyen insanlar gördüğümden sporun hiç görmediğim dalları açıklamasını yapmakta kendimi zorunlu hissettim. İnsan ilişkilerinden de bahsetmek istiyorum fakat derinlikli bir konu olduğundan bana çarpıcı gelen bir örnekle yetinmeye çalışacağım. Sokakta yaşayan insanlar burada gözle görülür şekilde fazla fakat çarpıcı gelen tarafları bu insanlar kendi hayat görüşleri doğrultusunda sokakta yaşamayı seçen insanlar. Zorunda kalıp sokaklarda yaşamıyorlar istedikleri için bu şekilde var oluyorlar. Her yaştan insan var aralarında. Yerlerde oturup bir şeyler içip şarkı söylüyorlar. Sanırım karınlarını insanlardan topladıkları paralarla doyuruyorlar. Fakat kesinlikle saygısızlık yapmıyorlar. En kibar cümleleri seçip isteklerini dile getiriyorlar ve reddedenlere teşekkür edip kabalık etmiyorlar. Hatta para istedikleri insanlarla uzun uzun sohbet ettiklerine şahit oldum. Konuşmanın konusunu da onların belirlediğini düşünmüyorum. Hepsinin sahip olduğu bir hayvan var. Genelde köpekleri olduğunu gördüm. Fransızca konusunda yeterli seviyeye geldiğimi düşündüğüm bir anda onlarla muhabbet etmeyi çok istiyorum ve kesinlikle nerede yaşadıklarını soracağım. Bir günün içine dalıp yaşarcasına onu anlatıyor havasında yazıyorum sanırım ve günü geceye sözlüklerle döndürebilirim. Gece olduğunda İstanbul’un kalabalık, gürültülü eğlence anlayışı burada yok. Kalabalık ve gürültülü derken aslında ben de eğlencenin bu şekilde olanından sanırım daha çok zevk alıyorum. Buranın yavaş, sakin, huzurlu insanları arasında daha asimile olamadığımdan sanırım bu düşüncenin etkisi altındayım. Bu küçük şehirde insanlar geceleri barlarda oturup sohbet ediyorlar. Evet, sadece sohbet ediyorlar ve dans edilen bir barın olmadığına eminim diyebilirim. Bir elin parmaklarından daha az sayıda disko var ve sadece organize edilen partiler olduğunda kalabalık oluyor. Sanırım organizasyon da ortak akıl ürünü bu şehirde. Sohbet demiştim, şehrin insanları sohbete doymuyormuşçasına saatlerce konuşabiliyorlar. Bunu nasıl başardıklarını da mantıklı bir temele oturtmaya çalıştığımda çok düşünmeye iten bir dokusu olduğunu söylemiştim; şehrin sanırım bu özelliği insanlara konuşabilecekleri bu denli sınırsız konuyu sunuyor. Şehrin klasik Fransız filmlerinde şahit olduğumuz tipik şehirlerle ortak özelliklerinden bahsetmeyi düşünmüyorum. Tarihi dokusu, tiyatroları, kiliseleri, katedralleri… Tüm bu olumlu sıfatıyla ödüllendirerek anlattığım özellikler beni bu hüzne boğdu. Dünya canlılara mesken olmak için var olmuş diye basitçe düşünen insanlara öfkelenmemek gerek. En basit haliyle bu temelde bir hayat tarzına sahip olmak için çok fazla kullanacak kelimemiz var. Saygı, paylaşmak, dinlemek, empati yapmak…

Ülkemizde insanlar gerçekten siyasi, dini, etnik ayrılıklarından dolayı sıradan hayatlar yaşayamaz hale geldi. Bu dönemde benim gibi üniversite çağlarında olan insanlar sıradan bir hayatı hak ediyorlar. Fakat farklı hesapları olanlar dünyayı kendi doğruları üzerinde kurulmuş hayatların yaşama alanı olarak görenler günümüzde ülkemizde egemenliği, iktidarı elinde bulunduruyorlar. Hayat tarzını dahi belirleyemeyen halkın sıradan bir hayat için her şeyini vereceğine inanıyorum. Bu uğurda ülkemizde insanlar canlarını feda ediyorlar. Dünyada bir tarafını düşünüyorsun susuzluktan ölenler, diğer tarafında ülkemizi düşünüyorsun ve şimdi de Grenoble… Bir hüzün anında mola verdi kavgalarımız ve hüzne kapılanların hayallerindeki diyarlarda yaşamaya hepimiz layığız.